Olup Bitenlerin Özeti Şudur

2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, biraz içeride tek partinin iyice yıpranıp milli muhalefetin yoğunlaştığı odak haline gelmesi, biraz da uluslararası konjonktürün etkileriyle çok partili hayata geçti.

Geçiş sürecinde zamanın CHP elitleri arasında bazı görüş ayrılıkları söz konusuydu. Bazıları, halkın çok büyük bir kesiminin cahil ve eğitimsiz olduğunu, demokrasiye hazır olmadığını iddia ederken, bir kısım da, mevcut şartlarda tek partiyle daha fazla gidilecek yer olmadığını, en azından çok partili hayata geçermiş gibi yapılıp başka yöntemlerle durumun dengelenebileceği kanaatindeydi. Sonuçta aralarındaki en büyük orta payda, “cahil” Milletin egemenlikten uzak tutulması, çok partili hayat da olsa tek parti varmış gibi bir düzenin sürdürülmesiydi.

Nitekim çok partili hayata geçildikten sonra ilk yapılan 1946 seçimlerinde, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş şekilde “Açık oy, gizli tasnif” şaklabanlığı uygulanmış, CHP’nin seçimi kazanması (!) sağlanmıştı. Ancak 1950’de bu yapılamadı ve DP ezici bir üstünlükle iktidara geldi.

CHP’lilere göre, seçmesini bilmeyen cahil halk böyle bir sonuca yol açmış, kendilerinin hakkı olan mevkilere Hasolar Memolar gelmiş, yine kendi deyimleriyle “ayaklar baş olmuştu.” “Şartlar olgunlaşırsa askeri darbe meşru bir hak olur” diyen İnönü CHPsinin destekleriyle gerçekleşen ve DP’nin alaşağı edildiği 27 Mayıs darbesi sonrasında ise siyasal sistem, her türlü demokrasi dışı yöntemi kılıflandıracak şekilde dizayn edildi.

12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte, millet üzerinde vesayet öngören yapı bir kere daha tahkim ve takviye edildi. Hepsinde de ortak payda aynıydı: “Milleti, egemenliğin kaynağından uzak tutmak, sözün de kararın da millete ait olmasını engellemek…” Yani çok parti görüntüsü altında tek parti anlayışını aynen devam ettirmek. Düşünün ki, aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra bile, 28 Şubat sürecinde CHP’nin Genel Başkanı Baykal, ağzındaki baklayı çıkararak açıkça şöyle demişti: “CHP devlettir. Dolayısıyla, iktidara kim gelirse gelsin CHP’nin programını uygulamak zorundadır.”

Buraya kadar kısaca özetlediğim tabloyu çok iyi anlarsak, bugün AK Partiye karşı sergilenen malum ittifakın asıl rahatsızlığının ne olduğunu da kolaylıkla anlayabiliriz.

AK Parti bu ülkede ilk kez demokrasiyi vesayet altında kalmaktan çıkardı. AK Parti bu ülkede egemenliğin sözde değil özde millete ait olduğunu gösterdi. AK Parti sürekli küçümsenen, dışlanan, hor görülen, alay edilen milleti, devletiyle buluşturdu ve pekiştirdi. AK Parti kimi zaman etnik kökeni, kimi zaman kültürü, kimi zaman inanç biçimi, kimi zaman kılığı, kıyafeti ve yaşam biçimi nedeniyle devletin hışmına ve inkârına uğrayan kesimleri “Biz birlikte Türkiye’yiz” diyerek devletle kucaklaştırdı.

Daha kısa ve net söylersek; AK Parti bugün malum çevrelerce maruz bırakıldığı “Tek adamlık, yaşam biçimlerine müdahale vb” suçlamaların hiç birini üzerinde barındırmadığı için, hatta tam tersine, Türkiye’yi tek adamlıktan, Milli Şeflikten, yaşam biçimlerine müdahale edilmekten kurtarıp çok seslilik içinde kardeşlik ufkuna taşımaya çalıştığı için hedef tahtasına konulmak isteniyor. Bu çevreler, eskiden sahip oldukları imtiyazları, öylesine içselleştirmişler ki, belli ki bu imtiyazlarını kendileri için bir “yaşam biçimi” olarak görüyorlar. Haliyle de bu imtiyazların ellerinden alınmasını “yaşam biçimine müdahale” gibi göstermeye çalışıyorlar. Bunu doğrudan ifade edemedikleri için de bazı maskelerin arkasına saklanıyorlar. Gençleri de bu uğurda hoyratça istismar ediyorlar.

Milletimiz bu oyunu yutmuyor ve yutmayacak. Ne yaparlarsa yapsınlar; Artık bu ülkeyi, milletin yok sayıldığı “tek adam, tek parti” dönemine döndüremeyecekler.

Ne derlerse desinler; Artık bu ülkede millete efendilik taslayanlar, artık bu ülkede imtiyazlılar olmayacak.